14 Şubat 2014'te vefat eden babamız ve büyükbabamız, emekli Maliye Baş Müfettişi Hüsamettin Kılıç'ın küçüklüğüne dair bir anıyı ve bir şiirini paylaşmak istiyoruz. Hayattayken "İnsanlar" adında şiir kitabını yayınlamıştır. En büyük arzusu anahatları ve konularını hazırlayıp bir araya getiremediği romanını bitirmekti. Romanında Horasan'dan (Orta Asya) yola çıkıp Anadolu topraklarında önce Kağızman sonra da Hasankale'ye (Erzurum) yerleşen atalarından (Oğuz boyu - Kılıç Obası) başlayarak 2000'lere kadar uzanan aile öyküsünü anlatmayı planlamıştı.


Atatürk'ü ilk görüşü:
"1924 yılı sonbaharı 4 yaşındayım, Pasinler'de (Erzurum) ikindi üzeri bir zelzele (deprem) oldu. Ulu Camii'nin minaresinin üst kısmı döne döne yıkılıp gitti. Bütün ilçe halkı sokaklara döküldü. Hiç kimse evlerine gitmek istemiyordu. İlçe merkezinde çok yıkıntı yoktu fakat köylerden gelen haberler içler acısıydı. O geceyi ve daha sonraki geceleri sokakta ay ışığında geçirdik. Ertesi günler kilimler, cicimlerle çadırlar yaptık. Ama zelzele durmadı, içten içe ilçeyi salladı, durdu. Zemin durmadan sallanıyordu, depremi ilk defa öğreniyorduk. Evlerin kapıları hırsız girmesin diye kilitlendi. Dışarıda karnımızı doyurduk. Ben, Mustafa ve Mehmet bir araya gelip uzun uzun konuştuk. Uykumuz gelince yatıp uyuduk. Sokakta yatıp uyumak ne güzel, ne tatlı şeymiş.
Aşağı Pasin köylerinde deprem çok hasar yapmıştı. Gazi Mustafa Kemal Paşa Pasinler'e geldi. Evleri yıkılanlara yardım etti.
Bir gün işittim ki Mustafa Kemal Paşa ilkokulun bahçesinde imiş. Anneme, babama haber vermeden koşarak okulun yolunu tuttum. Okul evden uzaktaydı ama ben okulun yolunu biliyordum. Babamın arkadaşları beni görür, ona haber verir diye çarşıdan gitmedim. Mahalle aralarından ilkokulun bahçesine vardım. Yakında göreyim diye bahçe duvarına yaklaştım. Bahçe kapısı kapalıydı, duvarlar da yüksekti. Atatürk'ü görmeme mani idiler. İki büyük taş bulup ayaklarımın altına yerleştirdim. Onların üzerine çıkınca duvarın üzerinden Atatürk'ü görüyordum ama o beni farketmedi. Üstünde asker üniformasıyla bahçede düşünceli düşünceli dolaşıyordu. Uzun uzun onu seyrettim. Sonra koşarak geldiğim yoldan eve döndüm. Kimse benim gittiğimi farketmemişti. Ben de ne anneme ne de babama Atatürk'ü görmeye gittiğimi söyledim. Yalnız başıma gittiğimi söylersem endişelenir, bana kızarlardı."


"Ben Allah'tan yalnız
Bir dilim ekmek isterim"
(Dedi, İsmail Efendi)
Babam, arkadaşları ile
Haftada bir gün
Bizdeki bir odada toplanır,
sohbet eder,
Hikayeler anlatır,
Kahve, çay içerler
Bazen de tel helvası yapar,
Şakalaşırlardı.
Sarı Işıklı petrol lambasının hüznüne,
Sokaktan geçenlerin öksürükleri ile
Donmuş yollarda yürüyenlerin
Ayakkabı gıcırtıları karışırdı.
Babamın arkadaşları:
Saatçi İsmail Efendi,
Kara İmam, Mutaf Hamdi Bey
Ve birkaç kimse daha vardı.
Ama ben adlarını unuttum.
Bu toplantıya benim de katıldığım bir gece
Birisi bir fikir attı ortaya:
Hepimiz bir şeyler olmak ister.
Herkes hayatta bazı şeyleri arzular:
Şimdi düşünün,
Neyi arzuladığınızı,
Bana açıkça söyleyin.
Korkmayın, çekinmeyin,
Güle güle düşünün,
Gülün, bu bir oyundur.
Çok derin bir sükut oldu,
Kimse ağzını açmadı.
Biraz sonra arzular peş peşe sıralandı:
Kimisi görünmezlik,
Kimisi uçmak,
Bazıları altın, gümüş
Kimileri krallık,
Bazısı dost, düşmanın neler düşündüğünü,
Ve daha nice istekler...
İş uzadı,
Köşede İsmail Efendi sessiz oturuyordu,
Birden ayağa kalkarak
Ben arzumu şöyle açıklamak isterim:
Hepiniz şaşıracaksınız!
'"Ben Allah'tan yalnız
Bir dilim ekmek isterim.
Başka bir arzum yoktur.
Şimdi bunu size anlatacağım." dedi.
Yerine oturdu.
Heyecanla dinlemeye başladık:
Birinci Dünya Harbi,
Tüm ordumuz Allahuekber'de bozguna uğramış,
Sarıkamış'ta binlerce er,
Açlıktan, soğuktan
Donmuş, ölmüş, yok olmuş.
Askerim, onbaşıyım.
Yüzbaşım Suat Bey'i arıyorum,
Kaybettik birbirimizi,
Bozgun ayrı düşürdü.
Diz boyu kar,
Gece karanlık, soğuk...
Asker emirler alır, yürür.
Ben de bir tepeye yürüyorum.
Etrafta karartılar var,
Önüm, sağım hiç belli değil,
Açım,
Midem burkuluyor,
Bir karartı belirdi önümde.
Acep ne ola?
Bir insan mı? Hareket etmiyor,
Ak karlara uzanmış, yatıyor.
Bir subay, yüzünü kokladım,
Biraz canlandı, yüzbaşım,
Ben onbaşı İsmail dedim.
"Oğlum açım, aç
Üç gündür ağzıma bir
Lokma girmedi.
Cepte bir kağıt var, onu al,
Yakında bir subay çadırı var,
Oraya götür.
Bana bir parça ekmek getir,
Açım aç
Çok perişanım" dedi.
Cebinden kağıdını aldım,
Allah'ım çadırı bulup
Yüzbaşıma
Bir tek ekmek götürmeme yardım et diye
Dua etmeye başladım.
Allah'a yalvarıyordum.
Tedirgin durumdaydım.
Karanlık, soğuk, kar...
Sendeledim, rastgele yürüdüm,
Bazen düştüm,
Doğruldum,
Ayaklarım iplere takıldı,
Bir ses işittim, kimdir o?
Ben İsmail Onbaşı,
Yüzbaşı Suat'tan bir mektup var size, dedim.
Çadırın kapısı açıldı,
Zifiri karanlıktı.
Bir mangal getirdiler,
Közlere üfleyerek
Kağıdı okudular.
"Üç günden beri açım,
Aç, pek perişanım."
Biri derhal ayağa kalkarak
Gür sesiyle:
"Ağzında ekmek olanlar,
Allah için onları yutmasın,
Bana versinler" dedi.
Ağızlarından iki subay
Çiğnenmiş iki hamuru
Çıkarıp bana verdi.
Bir iki parça kırıntı ekmeği de alıp
Çadırdan çıktım.
Karanlık, her taraf kar,
Hem Allah'a dualar ediyor
Hem de bir an önce
Yüzbaşıma yetişip
Bunları vermek istiyordum.
Açlığım aklıma gelmiyordu.
Soğuğu, sert rüzgarı hiçe sayıyor,
Karlara bata bata yürüyordum.
Türlü yerlere gittim,
Geri döndüm,
Karların üzerinde kaskatı donmuş,
Açlıktan ölmüş bir ceset buldum.
Bu Yüzbaşım Suat Bey'di.
Hiç kıpırdamıyor,
Sesi sedası çıkmıyordu.
Azrail benden önce onu bulmuş,
Ruhunu alarak götürmüştü.
Gözlerim yaşardı.
Saf ruhuna dua edip
Son bir selam vererek
Ayrılıp uzaklaştım.
Elimde kırıntılar
İki tane de hamur var.
Bir avuçluk hazine
Onları sıkı sıkı tutuyor,
Bir taraftan da bunların
Bir işe yaramayacağını düşünüyor,
Bu fikri kafamdan kovuyor,
Yüzbaşımın "açım aç,
ağzıma lokma girmedi"
Sözleri kulaklarımda çınlayıp duruyordu.
İki ıslak hamurla
Birkaç kırıntı ekmek elimdeydi.
Bunlara baktım,
Açtım,
Midem de açlıktan burkuluyor,
Üşüyor, titriyordum.
Elimde olanları ağzıma attım.
Bunlar mideme girince
Üşümem geçti gitti.
Karanlıklar ışıldadı,
Vücudum yavaş yavaş canlandı.
Sabah oluyor,
Etraf donmuş cesetlerle dolu,
Bir tek ben mi canlıyım?
Cesetler toplanıyor.
Yüzbaşıma, uzaktan
Son bir selam vererek
Ayrılıyorum oradan.
Tek bir dilim ekmeği
Allah'tan istemenin sebebini anlattım.
Anladınız mı bunu?
Dedi, İsmail Efendi.
Hüsamettin Kılıç ( bu hikayenin anlatıldığı yıl 1930, Pasinler, Erzurum )
Yazılış : 2011, Kızıltoprak, İstanbul